29 Haziran 2015 Pazartesi

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA-AZİZ NESİN

Aziz Nesin şüphesiz Türkiye'nin en tartışmalı yazarlarından biridir. Seveni kadar sevmeyeni de çoktur. Tartışmalı yönlerini bir kenara bırakalım ve sadece Şimdiki Çocuklar Harika kitabına bakalım. Ben bu kitabı okuduktan sonra çok şey kaçırdığımı farkettim. Neden daha küçük yaşlarda bu kitapla tanışmadım ki?

Ben çocukken babamın kitapları evde yer olmadığı için kolilerin içinde dururdu. Kardeşimle iki meraklı olarak o kolilerin içinde kendimizi kaybetmişliğimiz çoktur. Ben o kolilerde bir çok Aziz Nesin kitaplarının da olduğunu hatırlıyorum hayal meyal ama nedense hiç merak edip de okumamışız. Sonra acaba babam neden okuyun bunları diye önümüze  koymamıştır bi ara bunu da kendisine soracağım....

Kitabı alıp kitaplığa koyalı da bayağı zaman oldu gerçi ama ben geçtiğimiz pazar  sabahı yani dün kitabı  elime aldım ve  aynı gün içinde bitirdim. Zeynep ve Ahmet adında ilkokul 5. sınıf çocuklarının birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor kitap. Onların gözüyle ailelerini, öğretmenlerini okuyorsunuz. İnanılmaz eğlendim okurken. Kendi ilkokul yıllarımda gezdim durdum sürekli.... Bazen o kadar sesli güldüğüm anlar oldu ki eşimin tuhaf bakışlarına maruz kaldım.

Aziz Nesin kendisinin de dediği gibi zor olanı başarmış... Yani çocuklara bir büyük olarak öğüt vermeyi değil de onlar gibi bakmış dünyaya ve onların gözünden yazmış her şeyi.

Kitapta iki bölümde inanılmaz eğlendim birincisi Ahmet'in yazdığı "Amerika'yı Yapan Mimar". Aziz Nesin bu hikayede ezberci eğitimin çocukları ne hale getirdiğini o kadar komik anlatmış ki...Hatta Hababam  Sınıfı'nda Kemal Sunal'ın müfettiş ile unutulmayan bir sahnesi vardır. İnek Şaban sorulan tüm sorulara yanlış cevap verir en son  müfettişi de şaşırtır. Müfettiş sinirlenip sınıftan çıkar. O sahne bu hikayede geçiyor. Bu kitabın basımı 1967. Yani Hababam Sınıfı filmlerinden önce ancak bildiğiniz üzere Hababam Sınıfı da Rıfat Ilgaz'ın romanından filme uyarlandı. Rıfat Ilgaz'ın kitabını okumadım. O sebeple bu sahnenin onun kitabında olup olmadığını bilmiyorum. Bu sahne Aziz Nesin'den mi yoksa Rıfat Ilgaz'dan mı merak ediyorum.

Bir diğer beğendiğim bölüm yine Ahmet'in yazdığı "Çocuk Bayramında Müsamere" bölümü. Bu bölümde gülerken gözümden yaş geldiği de oldu.

Bu kitabı okuduktan sonra kendime bir söz verdim. Bir gün anne olursam çocuğum ilkokulu bitirmeden bu kitabı okumasını sağlamalıyım.


Devamını Oku »

28 Haziran 2015 Pazar

YAZ DİZİLERİ KLİŞESİ

İki gün önce Yüksel Aytuğ köşesinde yaz dizilerinden bahsederken şöyle bir giriş yaptı: "Turfanda yaz dizileri ekran tezgahını kaplamaya başladı.

Bence bu konuya daha güzel bir giriş olamazdı.

Şu Ramazan akşamlarında akşamların çoğunu evde geçiriyorken, aynı dizilerin haftada en az beş defa yayınlandığını görünce bir çoğu hakkında bilgi sahibi oldum. Hepsi de sevgili yapımcı ve yönetmenleri sorgulamaya neden olacak boyutta yapımlar diyebilirim.

Açıkçası tam olarak hangi kesime hitap etmeye çalıştıklarını da çözebilmiş değilim. Dizi oyuncularına ve konulara bakılırsa yaz tatiline girmiş, akşamları boş boş oturduğu düşünülen gençler hedef alınmış ancak bu dizileri izleyecek kalmış mıdır acaba?

İnatçı bir ninenin mirasını almak için sevmediği biriyle evlenecek ve o kişiye aşık olacak kaç genç vardır ya da bu hikaye ile oyalayabileceğiniz bir gençlik  kaldı mı?

Ya da içinde bulunduğumuz bilgi çağında çok zengin bir iş adamını kendine aşık etmesi için bir genç kızı kiralıyorsunuz ve bu genç kızımızı da iş adamına asistanı olarak sunuyorsunuz.... Müzikleriniz, oyuncularınız tamam güzel de ama bu çağda bu neyin kafası...

Hep iyi aile babası olarak görmeye alıştığımız Emre Kınay bu yaz biraz farklı olarak psikopat ve asabi bir karakterle ekranda ama yine aile babası...

Bu hikayeler bundan 5-10 yıl önce olsaydı tutma ihtimali hayli yüksekti aslında... Kavak Yelleri dönemine rast gelirdi.... Ki o dönem benim de lise-üniversite dönemime denk geliyor. Bizim bu döneme kıyasla o yıllarda yazları TV den daha renkli bir eğlence imkanımız yoktu. Hele de benim gibi denize bir hayli uzak bir şehirde yaşayan bir gençseniz.

Kavak Yeller'ini bugün aynı kadroyla yapsanız yine tutmaz. Çünkü Kavak Yelleri konsepti o dönemin gençlerine hitap ediyordu,bu jenerasyona hitap etmiyor. Zaten yaz gelmiş; gidebilen kesim tatile çıkmış... TV deki yaz aşkları kimin umurunda... Tatile çıkamayan da eğlenceyi bir tık ötesindeki sosyal medyada buluyor.



Bu jenerasyona bu diziler hitap etmiyor çünkü onlar dünyadaki bir çok kaliteli yapımdan haberdar ve sıkı takipçisi. Oturup dizi izlemek isteyen de tercihini yabancı dizilerden yana kullanıyor. Bizim için 10 yıl önce internet bu kadar ucuz ve kolay ulaşılabilir değildi. Haliyle dizi-film anlamında elimizdeki seçenek şimdiki kadar bol değildi.

Artık bu jenerasyon Türk Dizilerinin yazları birbiriyle değil de dünya ile yarışacak boyutlarda olmasını bekliyor, umut ediyor... Sadece bu jenerasyon değil tabi hepimiz için beklenti bu yönde... En azından Türkiye bu alanda artık gelişmekte olan değil de gelişmiş olanlarla anılsa ne büyük sürpriz olurdu.


Devamını Oku »

21 Haziran 2015 Pazar

KAFAMDA BİR TUHAFLIK-ORHAN PAMUK

Ramazan ayının sakin, yağmurlu, ılık bir Pazarı'nda yeni bir kitapla geldim buraya. Son zamanlarda bir çok blog yazarının da üstünde durduğu bir kitap. Kafamda Bir Tuhaflık-Orhan Pamuk...

Orhan Pamuk'tan okuduğum ikinci kitap bu.... İlki Masumiyet Müzesi'ydi. Masumiyet Müzesi'nden sonra da böyle olmuştum. İçimde,daha derinde bir hüzünle kapatmıştım son kapağı bu sefer de böyle oldu. Orhan Pamuk hep böyle midir bilmiyorum ama bu sefer biraz da kızdım Orhan Pamuk'a.. Yazının devamında nedenlerini anlatmaya çalışıcam.

Orhan Pamuk'un bu son kitabında 1960'larda henüz 12 yaşında  İstanbul'a göç etmiş Mevlut'un hayatta kalabilme savaşını, bir erkeğin ergenlikten yetişkinliğe tek başına nasıl yürüdüğünü, aşkını,evliliğini, babalığını, arkadaşlığını ve bu uzun yolculukta İstanbul'un değişimini okuyorsunuz. Hikaye daha çok İstanbul'un gecekondulaşan bölgeleri ve Beyoğlu-Tarlabaşı bölgelerinde geçiyor.

Hikayenin kahramanları sokakta her gün karşılabileceğiniz sadelikte ve gerçeklikte. Okumuyor da yaşıyor gibi hissettim çoğu zaman. Zaten Orhan Pamuk'un bir kaç kitabını okuyan onun bu yeteneğini mutlaka biliyordur.

Düzenli geliri olmayan Mevlut'un sokaklarda verdiği geçim savaşı bende büyük bir hüzün bıraktı. Fakir kalmayıı göze alarak haramdan,yanlış olandan uzak kalma çabası ve inatla babasından kalan mesleği olan sokak bozacılığında bu kadar ısrar etmesi Mevlut'e karşı bende bir hayranlık uyandırdı.


Hüzünle ve merakla okudum ben bu kitabı. Beyşehir'den göç etmiş 40 yıl İstanbul'da sokak satıcılığı yapan bir insanın hayatı ne kadar ilgi çekebilir diyenler olabilir işte burada devreye Orhan Pamuk'un kalemi giriyor. Hiç bilmediğiniz hayatlar, hiç görmediğiniz bir İstanbul okuyorsunuz aslında.

Gelelim kızdığım noktaya.... Herkesin bildiği üzere Orhan Pamuk'a kızgın çok büyük bir kesim var Türkiye'de.  Bu sebeple onun kitaplarını hiç okumayan bir çok arkadaşıma Masumiyet Müzesi'ni okumaları için çok ısrar etmişliğim vardır. Çünkü dili,kurgusu, hikayeleri bana göre gerçekten Nobel haketmiştir. Ancak bu kitapta hikayenin bir çok yerinde Türkiye'de öldürülmüş ya da siyasi olaylar esnasında evini,işini öylece terk edip gitmiş Ermeni'ler, Rum'lar çıkıyor karşısınıza... Hem de en olmadık yerlerde... Bu ayrıntı da nereden çıktı girdi hikayeye böyle diyecek hatta bazı bölümlerde Orhan Pamuk'un bunu gözünüze gözünüze soktuğunu hissedeceksiniz. Bu noktada kızdım çünkü tarihi açıdan tam olarak aydınlatılamamış,tarafların hala birbiriyle tam barışı sağlanamamış olayları roman satırları arasına bir kaç satırı kaplayacak kadar ve taraflardan sadece birini mağdur göstererek serpiştirmek böyle bir romancıya yakışmamış.

Toplum bilincinden çok uzak ve samimiyetsiz geldi bana... Böyle roman aralarına sıkıştırmak yerine inandığı konuya ait bir yazı yazsa ya da bir roman,bize de kanıtlamaya çalışsa, belgesiyle ortaya koysa bu böyledir diye.... Daha da hayranlık uyandırırdı bende.....

Şimdi diyebilirsiniz ilk paragraflarda çok övdün şimdi de batırdın. Şahsi düşüncesi benim romandan etkilenmeme engel olmadığı için beğenimin yanında kızgınlığımı da belirtmek istedim sadece.

"Dünyada dert ettiği şeylerde kendi kafasının bir tuhaflığından ibaretti."

Güzel okumalar...




Devamını Oku »

16 Haziran 2015 Salı

Ne Olacak Bu Game of Thrones'un Hali

Evet her zaman olduğu gibi yine popüler kültür kazandı.Ve evet ben de dünyada fenomen olmuş bir dizinin sıkı takipçilerindenim. (Fenomen de ne sevimsiz bir kelimedir.)


Bu sezon son iki bölüme kadar yani ilk sekiz bölüm bizim baygın dizileri izler gibi izledim.Çünkü tamamen cinsellik ve şiddet üzerine kurgulanmıştı. Her bölüm sonunu Aşkı Memnu'da Bihter Ziyagil'in mini eteği ya da derin göğüs dekoltesiyle yalının merdivenlerinden iniş sahnesinin bitmesini bekler gibi bekliyordum acaba ne olacak diye...Ama tabi hiç bir şey olmuyordu.Ta ki son bölüme kadar...

Tamam son bölüm alıştığımız Game of Thrones 'un hakkını verdi. 2016'yı beklemeye değecek çok soru bıraktılar. Dün akşam tüm sosyal medya bununla sallandı ancak bende Game of Thrones ikinci bir Lost vakası haline dönüşecek hissi uyandırmıyor değil.

Misal bana  Lost'un son iki sezonunda ne oldu deseniz anlatamam. Anlatabilecek birilerinin çıkacağını da çok sanmıyorum. Tüm dünya bildiğin kandırıldı. Baktılar dizi çok izlendi... Git gide heyecanı artırdılar, ilgiyi artırdılar ama bir sonuca bağlayamadılar. Hepimiz öylece kalakaldık ekran başında.

Game of Thrones 'da da  daha çok ilgi çekmek için çıplaklığın çok fazla ön planda olduğu bir cinsellik ve sınır tanımayan şiddet içerikli sahnelerle doldurdular bu sezonu.  Geçen sezonda açık bıraktıkları bir çok konu vardı, bu sezon değinmediler bile...





Mesela Starklar'ın en genç üyeleri bu sezonda hiç görünmediler. 10. bölüm sonuna kadar bekledim yoklardı....









Kitap serisinden sadece Taht Oyunlar'ını (1. kitap) okudum. Sonra diziyi izledim. İlk 200 sayfanın bir bölümde olduğunu görünce okumayı bırakmıştım.  Kitaplar bir hayli kalın oldukları için okunması bayağı zaman alıyordu ve düşündüm bu kitaplara bu kadar zaman ayırmak çok gereksizdi ama 2016 yı beklemek yerine kitaplarına mı devam etsem karar da veremiyorum şu an.




Devamını Oku »

8 Haziran 2015 Pazartesi

SUÇLU BULUNDU

Boşuna birbirinizi suçlamayın. Ben suçluyu buldum... Çok da düşünmedim açıkçası... 2015 Seçimlerinin suçlusu tek başına DEMOKRASİ dir. Halkın seçme ve seçilme hakkıdır.



Nasıl 18 milyon AKP seçmeni hür iradesiyle oy kullandıysa; aynı şekilde 5 milyon HDP seçmeni de kendi iradesiyle oy kullandı. En azından öyle olduğunu umuyorum. Eğer kendi iradesiyle değil de oylar doğuda zorla, yakıp yıkma tehdidi ile alındıysa bu da ülkedeki güvenlik açığının boyutunu, doğuda yaşayan Türk-Kürt yani o bölge insanının can ve mal güvenliğinin sağlanmadığını gösterir.Bu durumda da oradaki insana başka seçenek bırakmamış olursunuz.

Evet HDP nin terör örgütünün uzantısı olması kısaca terör örgütünün bu kadar oyla meclise gimesi Türkiye için bir yıkım... Ancak bu insanlara seçilme hakkı verilmesini zamanında tartışmayıp bugün milletin seçme hakkını kullanmış olmasını bu kadar yadırgamak neyin kafasıdır?  Bir önceki seçimlerde bağımsız olarak girdiler ve %6 ile zaten meclisteydiler. Yüzde 6 , yüzde 13 olunca mı sıkıntı oldu da herkesi rahatsız etti?

Belki PKK teröre başvurmak yerine mecliste demokratik yollarla taleplerini dile getirir. Çoluk çocuk katlederek değil de  gayet medeni yollarla hakkını arar. Belki 2015 Seçimleri Türkiye için terörün sonudur....  Belki çok ütopik gelebilir bu temenni ama neden olmasın.

Uzlaşma İstiyoruz!

Bir vatandaş olarak meclise giren dört partiden uzlaşma bekliyorum. Milletvekili sayılarına bakınca millet resmen siyasilere kavga etmeyin artık, bizi de bölmeyin, bir orta yol bulun ve uzlaşın dedi. AKP ye dediğim dedik politikasından vazgeç, biraz da sana oy vermemiş,vermek zorunda da olmayan vatandaşın sesini duy onu da benimse mesajı göndermiş olduk.

Demokrasi aslında çeşitliliktir. Ülkenin tamamının aynı renk olması beklenilebilir mi? 77 milyonluk ülke sizce sadece 4 renkten mi oluşmaktadır. Sadece bir partinin %50lere ulaşmasını beklemektense daha fazla rengin mecliste buluşmasını beklemek daha sağlıklı bi ülke olmaz mı?

Mesela yeni kurulacak hükümetin Adalet Bakanı AKP li ise Adalet Bakanlığı müsteşarı CHP li olsa. Kişileri, kurumları denetleyen mekanizmalar kurulmuş olsa ve bu mekanizmalar partiler üssü çalışsa ülkedeki huzurun, barışın boyutlarını hayal edebiliyor musunuz?

 Sevsek de sevmesek de bunun adı demokrasi... Sonuçlarına herkes saygı duymak zorunda...

Bugünkü seçim sonuçları aynen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi olmuştur.

"Yöneticiler, iktidara saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı olan görevlerini kötüye kullandıkları takdirde, şu ya da bu biçimde ulusal iradenin kendi haklarında vereceği kararla karşılaşırlar. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler."

Bundan sonra da hep böyle olacaktır. Telaşe mahal vermeyin derim...


Devamını Oku »

26 Mayıs 2015 Salı

Haftasonu Kaçamağı

Çok zamandır bloğumu aksatıyorum farkındayım ancak malümunuz Türkiye gündemi o kadar sıcak ki herkes gibi ben de çok yoruldum ve bunaldım... Bir süre konuşmama, yazmama kararı almıştım kendimce ama ne kadar uzak kalmaya çalışsak da ne mümkün... Bir yerlerden bulaşıyoruz mecburen.

Ama biz geçtiğimiz hafta sonu bir güzellik yapıp kaçtık buralardan. Konya'ya yakınlığı da düşünülünce en uygun seçenek Alanya-Manavgat-Side turu oldu... Aslında Alanya diye yola çıktık ama gelmişken Manavagat ve Side'yi de atlamayalım dedik. Henüz tatil yerleri tıklım tıklım dolmadan kısa bir keyif oldu bizim için.

Biz dinlendik dinlenmesine ama Alanya ben de büyük bir hayal kırıklığı  bıraktı. Bir tatil şehrine yakışmayacak çarpık bir yapılanma ile karşılıyor Alanya misafirlerini....Aşağıdaki resim Alanya Kales'inden çekildi.




Denize kıyısı olan bir şehrin mimarisi bana göre bu kadar göz yormamalı. Zaten bu kadar doğal bir güzellik kaynağı var. Şehrin görüntüsünü de deniz manzarasını da sıra sıra otellerle, çarpık çurpuk beton evlerle bana göre mahvetmişler... Şehirde maviyi an azından gördüm ama yeşil açısından bana çok fakir geldi.

Alanya'da bunlardan daha vahim başka bir problem var ki  o da şehir esnafı.... Etiketinde 300 TL yazan bir eşyayı 110 TL ye satın aldım desem güler misiniz ağlar mısınız? Altındaki fiyatı görünce bunun nesi 300 TL diye isyan ettim. Satıcı amca yanıma gelip gülerek o turist fiyatı dedi.. Sanki bana güzel bir haber veriyormuş gibi. Pazarlarda 10 TLye satılan şapkalar 65 TL... 1 TL ye içtiğiniz suya 2.5 TL istenince susuzluktan ölürüm daha iyi diyor insan. Ayak üstü soygun dedikleri tam olarak Alanya esnafının yaptığı olay.

Alanya'da bu kadar olumsuzluğun arasında en güzel olan şey kaldığımız butik oteldi. İnternetten bulup gittik. Nasıl bir yer olduğu konusunda gerçekten çok tereddütlüydük ama bence Alanya'daki  o kadar beş yıldızlı otelde bile olmayan bir manzaraya sahip,küçük bir butik otel. Çok samimi,sıcak bir ortama sahip otel. Ben nedense her şey dahil konseptli otellerdense bu tarz samimi otellerde kaldığım zaman tatilimden daha bir keyif alıyorum.

Centauera Butik Otel
Gelelim dönüş yoluna... Önce Manavgat Şelalesi, ardından Side Antik Kenti ziyaret edebildik. Farkettim ki Manavgat'da gezilecek çok yer var. Başka sefer zamanı sadece Manavgat'a ayırmak
gerekecek.

Manavgat Şelalesi

Manavgat Şelalesi

Manavgat Nehri


Side Antik Kent

Side'de en çok hoşuma giden aşağıdaki resimde de görülen Antik Tiyatro. Düşündüm de bizim bugün kullandığımız bu kadar büyüklükte kaç tiyatromuz var. Bu ülke Avrupa'nın en büyük AVM lerini, en büyük köprülerini, en büyük hava alanlarını gördü de ne zaman en büyük tiyatro salonlarını, en büyük müzelerini ve bununla övünebilecek insanları görecek?

Anıtsal Çeşme

Antik Tiyatro


Devamını Oku »

4 Nisan 2015 Cumartesi

Bu yazı biraz kişisel durumlar içerebilir...


Bir ara demiştim ya gerçekten akışına bıraktım diye... En güzeli buymuş gerçekten. Hayatınızda istediğiniz şeyler değil daha çok zaten olacak olanlar  oluyormuş. En kötü an bile bir gün size mutluluk, huzur getirecek olaylara neden olabiliyormuş....

Aslında tüm kişisel gelişim kitaplarının hatta dini bir çok kitabın özünde anlattığı şey sadece bu. Sabretmek, akışına bırakmak, dua etmek. Kimine göre evrene bırakmak, inanç felsefesine göre ise Allah'a güvenmek. Artık siz hangisini seçerseniz. Dediğim gibi hepsi aslında aynı kapıya çıkıyor. Ancak bu işin kitaplardan ya da uzmanlardan öğrenilebildiğine inanmıyorum. Bu tamamen sizin kalbinizde, zihninizde gelişen bir durum. Belki de yaşadıklarınızdan öğrendiğiniz şeyler. Ama kesinlikle başkalarından dinleyerek öğrenilecek ya da dinleyerek, okuyarak hayatımıza uygulayabileceğimiz bir durum değil.

Ben hayatımda ilk defa kendimi bu noktada buldum. Bir kaç önceki yazımda da anlatmıştım. Ne olacaksa olsun, hiç bir şey benim mutluluğumdan daha önemli değil dedim işimi bıraktım, şehir değiştirdim. Arada düşündüğümde ben bu çılgın kararı nasıl verdim diyordum. Ama verdim işte... Bir cesaret geldi ve beni bu noktaya, buralara kadar sürükledi...

Öyle lafta 'bıraktım akışına' durumu değildi bu... Gerçekten içimden de rahattım .. Kendimce kariyer planları yapmaya çalışıyordum ama çok da hevesli değildim. Daha çok evde kafa dinlemeye çalışıyordum. Ama işte hep plan yaparsınız ama olacak olan oluverir ...

Şimdi gelelim benim hayatıma oluveren olaya :)

Konya'ya bu yıl 'Gateway Earth Station' yapılacak. Kısaca özel sektöre ve devlete hizmet vermek üzere uydu yer istasyonu kuruluyor. Bu Türkiye için çok yeni ve büyük bir proje.  Bu istasyon için Konya'nın seçilmesinin ise konumu, hava şartları, deprem riskinin az olması gibi bir takım nedenleri var.  Ben böyle bir projede çalışma şansı elde ettim. Bu şansı bana getiren en büyük etken Konya'da bulunuyor olmam.

En mutlu  olduğum şey ise yine kendi emeğimle iş buldum... Yani torpilsiz, ricasız, minnetsiz... En çok da bu sebeple kendimi şanslı hissediyorum. Öteki türlü de olabilirdi çünkü Türkiye şartlarında artık kendi emeğinizle  bir yerlere gelmek çok zorlaşmış durumda. Bu tarz işlere gerek kalmadığı için mutluyum ve daha çok huzurluyum.

Boşa dememişler büyük riskler büyük fırsatlar yaratır diye :)








Devamını Oku »

3 Nisan 2015 Cuma

NELER OLMADI Kİ?





O kadar yoğun bir gündem ki artık hiç bir şeye yetişemiyoruz. Bir olay oluyor... Ülke çalkalanırken bi kaç gün içinde onu unutturacak daha büyük olaylar yaşanıyor. Bu da kafa arkadaşım yetişemiyoruz ki artık bence bünyeler kaldırmıyor bu kadarını... Herkes saçmalıyor.  Evet kesinlikle ülkece saçmalıyoruz.

Uzay Asansörü mü?

Bilimde uzay asansörlerinden bahsedilirken biz hala nedeni belirlenememiş bir sebeple bir gün süreyle ülkece elektriksiz kaldık. Metrolarımız, tramvaylarımız, trafik ışıklarımız, fabrikalarımız aynı anda durdu. Artık bu ülke insanından bekle ki bilime katkısı olsun. Yalnız en önemlisi yetkililerin bile açıklayamadığı elektrik kesintisinin nedenini bizler yazıp çizebiliyoruz. Yetkililer haricinde herkes bilgi sahibi... Herkesin bir açıklaması var... Keşke yetkililere de söyleseniz onlar da öğrense....

Adaletten mi bahsediyor birileri?

Sonra aynı gün BALYOZ davasında kullanılan delillerin delil vasfında olmadığı kararı çıkıyor. Eyy insan evladı hiç mi vicdan yoktur sizde ya.. O deliller sebebiyle kaç insan hayatından oldu... Kaç aile neler çekti.. Dava süresince tüm avukatlar, aileler bas bas bağırdı.. bu deliller sahtedir. İncelensin.. Adamlar göstermelik incelemeye bile tabi tutmadan bu taleplerin hepsini reddetti. Aradan o kadar zaman geçmiş bugün mahkeme delillerin delil vasfında olmadığı sebebiyle beraat kararı çıkardı. Peki bu askerlere patır patır müebbet hapis verildiği  günü bayram ilan  edenler bugün ne düşünüyor acaba... Şimdi bu ikiyüzlülük değil mi? Ama pardon ikiyüzlülük değil bu.. Başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere ülkece kandırıldık sevgili askerlerimiz, Genel Kurmay Başkanımız.. Siz yıllarca hapis yattınız, bazılarınız dayanamadı hastalandı vefat etti ama biz kandırıldık. Affedersiniz...

Avrupa'nın en büyük adliyesini yaptık!

Bunla da bitmedi ki... Avrupa'nın en büyük adliyesini yapmanın bir marifet sayılmadığını da öğrendik aynı gün. Terröristler elini kolunu sallayarak bu adliyeye girebildi ve bir savcıyı şehit etti. Arkada olayı öğreneceğimiz kimse de kalmadı. Odanın içindeki savcı da ve terröristler de öldü çünkü... Ama her zaman olduğu gibi bu olayı da biz onlardan daha iyi biliyoruz. Bir de savcımızın adını öldürüldüğü Adliye Sarayına vereceğiz... Bizi affetsin. Kendisini koruyamadık. Böyle vicdanları rahatlatalım diyoruz....

Sandıktan çıkan oya güveniriz! 




Ülkenin belki 90'lardan beri (Ben bu kadarını biliyorum. Daha eski de olabilir) yaşadığı bir sorun var. Rektörlük Seçimi... Her üniversite kendi içinde seçim yapar. YÖK ilk üç sıradaki ismi sıralar ve Cumhurbaşkanına gönderir. Her devirde olduğu gibi bu sıralama ne hikmetse ve nasıl bir tesadüfse hükümetlere yakın isimlere öncelik tanır. Sonra bu hükümet yetkilileri çıkar her devirde demokrasi diye meydanlarda ahkam keser. Misal  Harran Ünversitesindeki seçimlerde üçüncü olan aday rektör olarak atanmış. Aynı şekilde İstanbul Üniversitesinde seçimlerde birinci olan aday rektör olamadı... Ama olsun bu olay bizim demokratik bir ülkede yaşıyor olduğumuz gerçeğine leke süremez... Şüpheniz mi var yoksa... Olmasın burası demokratik bir ülke.. Demokrasi böyle bir şey. Herkes yanlış biliyor. Doğrusu bu...

Ama bu haberlerden daha trajik bir durum söz konusu ki nasıl anlatsam bilemiyorum.  Ülkece saçmalıyoruz dedim ya başta...Bu onla ilgili bir durum...Misal her olayın ardından hem de çok kısa süre içinde birbirine zıt iki düşünce doğuyor. Orda burda ilginç komplo teorileri yayınlıyor. Her iki tarafı da okuyun her ikisine de inanırsınız. Çünkü ikisi de o kadar gerçekçi ki o kadar çok örneklerle yazılmış kii.. Ve bence ikisi de çok başarılı.... Her iki kesim de şiddettle okuduklarını savunuyor. Gözleriyle gördükleri bir kanıtları olmadığı halde hem de... Ama her iki tarafında ortak kullandığı bir cümle var ki bence çok trajik. "Okuyun ve gerçekleri görün" ya da "uyanın artık, işte gerçekler" Ya birader nereden biliyorsun yayınladığın araştırma yazısı gibi görünen yazının ya da fotoğrafın gerçeği yansıttığını ve hangi kafayla başkasının yayınladığı bir yazıyla insanların düşüncelerini değiştirebileceğini düşünüyorsun.

Bu yazıyı yazarken Kayahan'ın vefat ettiğini okudum. Bazı insanların hiç gitmeyeceğini sanırsınız ama işte gidiyorlar. Zaman da geçiyor. Durduramadığmız, değiştiremediğimiz tek şey.. Hepimiz gideceğiz  nasılsa... Keşke hepimiz Kayahan'ın bıraktığı gibi aşk şarkıları, sevgi şarkıları bırakıp gitsek...

Devamını Oku »

29 Mart 2015 Pazar

BU KİTABI LÜTFEN ÖNCE BEYLER OKUSUN!


 İŞ HAYATI FUTBOLDAN NE ÖĞRENİR?

Ben bu kitabı niye aldım bilmiyorum. Çünkü futbolla yakından uzaktan alakası olmayan bir insanım. Hadi aldın niye okudun diyenler olabilir ama başlayınca elimden bırakamadım.

Tahminim Ahmet Şerif  İzgören'in adını gördüm gerisine bakmadan aldım kitabı. Daha önce bazı kitaplarını okumuş ve çok beğenmiştim. Misal en beğendiğim 'Hıdır Kişisel Gelişiyor'. Bir kitaba göre eğlence dozu hayli yüksekti.

Futbol Sosyal bir meseledir!

Gelelim ' İş Hayatı Futbol'dan Ne Öğrenir?' e. Bu kitap beni bir Türkiye gerçeği ile tanıştırdı... Ben anladım ki futbol bu ülkede bir spor dalı değil sosyal bir mesele... İzleyen, takip eden bir çok insanın günlük yaşantısını, hayattaki duruşunu, karakterini, düşüncelerini etkileyen, yönlendiren bir olgu. Belki futbola yakın olan, izleyen,dinleyen herkesin zaten bildiği, gördüğü şeylerdir bunlar ama benim gibi alakası olmayan bir insana bile futbolu ve Türkiye'deki futbol gerçeğini anlatmayı becermiş yazar. Sanki kitap okumuyorsunuz da yazarla oturdunuz karşılıklı konuşuyorsunuz. Yazarın çok samimi ve net bir dili var. Öyle uzun uzun cümleler yok kitapta. Spor ve futboldan uzak olan insanlar için de genel kültür anlamında çok şey katan bir kitap olmuş.

Kitap iş hayatı, yöneticilik,takım çalışması gibi konulara değiniyor. Futbol üzerinden iş hayatındaki anahtar konular anlatılmak üzere çıkılmış yola. Takım ruhu, liderlik, iletişim, hedefler gibi....

Kitapta en çok beğendiğim bölüm güven ile ilgili olan bölümdü. İnsanın çalıştığı sektöre, takımına ve yöneticilerine güveni %99 bile olsa mutlu olamayacağından hatta her şeyi bitireceğinden bahsediliyor. Ki biz çoğu zaman bu oran %50 değilken bile yıllarca aynı insanlarla çalışmak zorunda kalıyoruz. Her sabah evden ayaklarımız geri geri gider bi halde çıkıyoruz, sabah sekiz buçukta başlıyoruz mesai ne zaman bitecek diye sürekli saate bakmaya... Çünkü kimseye güvenmiyoruz. Gelecek vaat etmiyor çalıştığımız yer... Kitaptan lider için güzel bir alıntı yapmak istiyorum...

" Genel müdür toplamış yönetim kurulunu, ' Bizim ekip çalışmıyor,hiç çaba göstermiyorlar' diyor. Sormazlar mı adama, 'Senin orada tüm görevin bu ekibin çalışması, çaba göstermesi değil mi?' Eğer çalışmıyorlarsa bırak görevini, bir başkası onlardan verim alır; alamazsa ekibini eleştir ama dışarıda herkesin gözünün önünde değil." 

İşte sadece kendini düşünen bir lider modeli... Ekibine güvenmeyen, en ufak sıkıntıda kendini kurtaracak yol arayan lider... Lider de denmez de gerçi... İşte günümüz yöneticileri... Ne kadar çok aslında bu insanlardan değil mi? Kimseye güvenmeyen bir liderinize ne kadar güvenebilir ve işlerinizi ne kadar verimlilikte yapabilirsiniz ki....

Türkiye'deki bitmek tükenmek bilmeyen kargaşayı, ayrışmayı,kutuplaşmayı,gerginliği bu kitapta aşağı yukarı her sayfada soluyabilirsiniz. Türkiye'deki bir çok iş alanında olduğu gibi futbola ve sporun her dalına bulaşmış ve vıcık vıcık olmuş siyaseti, siyasileri, klüp başkanlarını, şirket yöneticilerini  ve onların spor ve iş ahlakından uzaklaşmış 'artık herkese doğrusu bu gibi gelen' kısaca Türkiye gerçekleri ile yüzleşiyorsunuz. Ben bazen sinirimden dişlerimi sıkarak güldüm bazen gerçekten sesli güldüm....

Okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum..Başlıkta dediğim gibi özellikle beyler okumalı....




Devamını Oku »

12 Mart 2015 Perşembe

AŞK YENİDEN !!!

Salı akşamlarımın samimi bir eğlencesi var artık. Böyle entrikasız, yalansız, dolansız, gülmeli, kahkaha atmalı bir eğlence....  Özge Özpirinçci ve Buğra Gülsoy başrolünde bir eğlence.


Samimiyetin böylesini ben bugüne kadar televizyonda hiç izlemedim. O kadar samimi ki hani hapşırırsınız sonra tekrar hapşıracak olursunuz ama bi noktada kalırsınız. İşte bu sahneyi bile tüm doğallığı ile diziye yerleştirebilmişler.

Dizi Amerika'da başladı. İlk bölümde izlediklerime göre daha farklı bir dizi izleyeceğimi düşündüm ama ikinci bölüm itibariyle Karadenizli bir aile ile İstanbul'lu zengin bir ailenin eğlenceli mücadelesi ile Zeynep ile Fatih'in aşklarını izlemeye başladık. Bence gayet tadında ilerliyor.


Aslında dizinin  hikayesi çok alışık olduğumuz hatta artık klasik dizi konusu dediğimiz bir olay ama işte bu samimiyetle işlenince ne olursa olsun izlettiriyor kendini. Zeynep (Özge Özpirinçci) ve Fatih (Buğra Gülsoy) ailelere karşı bir evlilik oyunu oynamaya karar verirler. Eee tabi oyun gerçek olma yolunda ilerliyor. Hikaye bu kadar aşina olduğumuz belki onlarca diziye ve filme konu olmuş bir durum ama çok eğlenceli ve keyifle bıkmadan izlenebilir bir dizi izliyorsunuz.

Reyting haberlerine bakınca da ülkece böyle bir diziye ihtiyacımız varmış. Artık bıkmıştık belinde silah ile dolaşan, tavuk gibi adam öldüren başrollerden , her türlü kötülüğün, entrikanın hep aynı kişileri bulduğu dizilerden.... Güzel kadın varsa fonda müzik eşliğinde sadece kadının gözlerini ve yüzünü izlediğimiz ve artık baygınlık geçirdiğimiz sahnelerden; yakışıklı, kaslı erkeklerin habire soyunup, tepelerinden aşağı suları boşalttığı amaçsız ve gereksiz sahnelerle dolu, sadece vakit kaybı dizilerden yeterince sıkılmıştık. Bir de her yarışma programının özellikle kavga sahnelerinin yayınlanıyor olmasındaki tuhaflığı da belirtmeden geçmek istemem.

Arada böyle samimi diziler de yapıldı ancak ömürleri hiç uzun olmadı. Bu dizi de bende böyle bir korku yaratmıyor değil ama sanki bu sefer farklı olacak gibi...

Ben diziye ve ekibine başarılar diliyorum ve umarım hep böyle değişmeden devam etmesini ümit ediyorum....

Devamını Oku »

10 Mart 2015 Salı

KİME GÖRE KAHRAMAN

Uzun bir aradan sonra sonunda yazabiliyorum. Taşındık, yerleştik, düzen kurduk diyene kadar bayağı zaman geçti. İnşallah artık daha düzenli yazabilirim.

Gelelim bugünkü konuya... Bir filmden bahsetmek istiyorum. Keskin Nişancı - American Sniper- . Clint Eastwood'un yönettiği, Bradley Cooper'ın başrolü oynadığı film. 6 dalda Oscar'a aday olmuş. 


Filmde Irak'ta savaşmış bir 'kahraman Amerikalı asker' in hayatı anlatılıyor.Neden tırnak içinde kahraman olduğunu yazının devamında anlayacaksınız. Bu kahramanımızın adı Chris Kyle... Keskin nişancı. Kayıtlara geçen öldürdüğü insan sayısı 160.

Kahraman Chris Kyle bir gün televizyonda dünyanın çeşitli yerlerinde Amerika elçiliklerine yapılan saldırı haberlerini izler ve vatan sevgisi orduya katılmasına sebep olur. Orduda çok sıkı eğitim alan kahraman askerimiz 11 Eylül saldırılarından sonra yine vatanı için sevdiklerini arkasında bırakarak Irak'a giden orduya katılır. Film boyunca Chris Kyle ın ne kadar iyi bir insan ve ne kadar kahraman bir asker olduğunu izliyorsunuz. Misal elinde silah tutan çocuğu vurmak istemez ama vatanı için mecburdur ve basar tetiğe... Ama vatan sevgisi suçlayamayız Chris'i. 

Filmin dayattığı fikir Amerika ordusu tamamen vatanperver ve masum. Sadece suçluları almaya geldiler. Iraklı ile dertleri yok. Suçluları öldürüyorlar. Iraklı askerler ise birer cani.

Filmin bende yarattığı rahatsızlığın ne kadarını yansıtabilirim bilmiyorum ama filmden çıkarken söylediğim cümle şu oldu: 'Bu savaşı bir de Iraklılar çekse de izlesek ne güzel olurdu.' Bir de onların gözünden görsek ya da Amerika'nın bu filmlerde anlatmadığı savaşın öteki tarafını izlesek.  Yıllardır yapılan şey bu değil mi? Güçlü ve zengin olanı dinledik. Güçlü ve zengin olanın gözünden gördük olayları.  Gerçekten çocuklara ve masum insanlara zarar verilmedi mi? Bir de Iraklılar anlatsa..

Velhasıl kelam bu filme verdiğim paraya içim sızladı desem abartmış olmam. Eğer izlerseniz fikirlerinizi paylaşmayı unutmayın...

Devamını Oku »

6 Şubat 2015 Cuma

HAYAT SÜRPRİZLERLE DOLU

Bugünler benim için hem heyecanlı hem de biraz hüzünlü geçiyor.

İşimden ayrılıyorum...

Hem umutluyum hem de birazcık ilerisi için tedirginim. Ayrılma kararımın o kadar çok sebebi var ki.. Hangisinden başlasam bilemiyorum.



Önceliğim ailem... Çevremdeki bir çok insanın bildiği üzere evleneli bir buçuk yıl oldu ama biz eşimle işlerimiz yüzünden ayrı şehirlerde yaşıyoruz. Hafta sonları görüşebiliyoruz. İlk zamanlar aynı şehirde iş bulmanın bu kadar zor olacağını hiç tahmin etmemiştim. Zaman geçtikçe ve zorladığımız her kapının kapandığını gördükçe umutlarımız da tükendi biz de tükendik. Artık son çare birimizin işinden fedakarlık yapması gerektiğine karar verdik.

Fedakarlık yapan niye ben oldum? 

Yaptığım işe, çalıştığım sektöre karşı inancımı ve hevesimi çok fazla kaybetmiştim. Bazı hayal kırıklıkları ve kırgınlıklar üst üste geldi. Çalıştığım pozisyonda ne uzuyorum ne de kısalıyorum. Bulunduğum yerde sayar oldum. Artık her şey rutine dönmüş durumda. Dönüp kendime baktığımda farkettim ki bu hal beni daha da tembelleştiriyor. Bazen düşünüyorum. Acaba benim değiştirebileceğim şeyler vardı da ben eksik mi yaptım ya da yerimde sayıyor olmamın tek nedeni ben miyim? Muhakkak payım vardır. Ancak iş hayatında istediğiniz yerde olmak maalesef ki tamamen bizim elimizde olan bir şey değil. Hele de bizim ülkemizde. Benim bunu kabullenmem biraz zaman aldı.Kendimi çok suçladım. Ama artık kabullendim ki eğer kısmet değilse yapabileceğin hiçbir şey yok.

Bu kadar şeyi toplayınca işten ayrılmak en iyisi olarak göründü gözüme. Gelecek hafta hem Ankara'da hem de işimdeki son haftam olacak.

Bu kadar büyük bir karar verdim. İşi bırakıyorum, şehir değiştiriyorum. Bende beklediğimden daha fazla bir heyecan var. Çok anlamsız geliyor ama ben mutluyum." Keşke kalıp devam mı etseydim" tedirginliğini yaşamıyorum. Sadece hayal ettiklerimin gerçekleşmesi için dua ediyorum ve umutluyum. Ayrılmaya karar vermeden önceki zamanlarımdan çok daha fazla umutluyum. En güzeli de bu belki de...

Hayatımda ilk defa her şeyi akışına bıraktım. Gitmem gereken yeri hayat göstersin bana, ben sadece yürümek istiyorum. Rüzgarın estiği yöne savrulmak istiyorum. Sen ne yaparsan yap zaten olacak olan oluyor. Ne eksik ne fazla....  Mutluluğumun, huzurum sebebi belki de bunu kabullenişimdir. Gerçek anlamda bu felsefeyi hayatıma oturtmamdır.

Ya da sadece Orhan Pamuk'un dediği gibidir.

"MUTLULUK, İNSANIN SEVDİĞİ KİŞİYE YAKIN OLMASIDIR YALNIZCA.*"

Artık cevabı zaman gösterecek Ben de merak ediyorum :)

Bu arada "evinde oturursun en güzeli" , "çocuk yapın" , "kadın için en iyisi" yorumlarını yapan sevgili arkadaşlarıma ve çevremdeki herkese söylemek istiyroum ki mutlu olacağımı bilsem yapardım. Evde kalıp eşi ve çocukları için çalışmayı tercih eden üniversite mezunu kadınlara saygım sonsuz çünkü onlar kendilerini mutlu eden yolu tercih ettiler. Bu çok normal. Amma velakin her kadın aynı değil. Bizler birbirimize benzemiyoruz. Hepimizi mutlu eden şeyler çok farklı...


*Masumiyet Müzesi, ORHAN PAMUK









Devamını Oku »

28 Ocak 2015 Çarşamba

OSCAR ÖDÜLLERİ



Soğuk bir pazar akşamının en güzel aktivitesi evde film keyfidir bana göre. Mısırımı patlatayım, battaniyemi de aldım mı değmeyin benim keyfime.. Tabi hepsinden önce önemli ayrıntı film seçimi.

Çoğunluğumuz için IMDB notu film hakkında iyi bir referanstır. Bir diğer referans belki de en önemlisi Oscar Ödülleri. "Film Oscar'a adaymış." ya da "Oscar almış." demek "O filmi kesin izle." dedirten bir referans. Yani en azından benim için öyle.

Ama gel gelelim son zamanlarda izlediğim filmler beni hayal kırıklığına uğrattı. Hatta "Oscar'ı neye göre veriyorlar da ben anlamıyorum" u sorgular oldum. 

Yıl içerisinde Büyük Budapeşte Oteli ( The Grand Budapest Hotel ) izlemiştim. Film kötü değildi ama çok da etkilemedi beni hatta sıkıldım bile diyebilirim. Oscar'a 'En İyi Film' kategorisinde aday olması bende ciddi bir şaşkınlık yarattı.

Sonrasında 'En İyi Film' adaylarından Çocukluk ( Boyhood ) u izledim. Tamam filmi ilginç kılan şeyler var ama gerçekten Oscar'lık mı bilemiyorum. Yani en azından bende o hissi yaratmadı diyebilirim. 

İstatistiklere de bakınca geçmişte çok hasılat yapsa da en iyi film olarak aday gösterilmemiş filmlere rastlamak da mümkün.

OSCAR Ödülleri Nasıl Belirleniyor?

Böyle olunca internette kısa bir araştırma yaptım. Oscar'ı neye göre veriyorlar? Çok kısa özetlemeye çalışacağım.

Oscar ödül törenleri 1929'dan beri yapılmakta. Adaylar 5783 üyeden oluşan akademi tarafından seçilmekte. Akademi üyeliği sadece davetle olabiliyor. Üye olmak için başvuru yapılamıyor. Üyeler farklı branş dallarına ayrılıyor.Yönetmenler,oyuncular, senaristler gibi... Herkes kendi branş dalı için oylama yapabiliyor. Yanız "En İyi Film" kategorisi için tüm üyeler oylama yapabiliyor.

Bir filmin Oscar adayı olabilmesi için film uzunluğu, çözünürlüğü gibi birtakım teknik şartlara bakılıyor. Belirli teknik şartları geçen filmler akademi üyeleri tarafından Oscar aday adayı olarak seçiliyor. Her kategori için 5 aday belirlenirken en iyi film dalında 9 aday seçiliyor.

En İyi Film ile diğer kategorilerin oylama şekli birbirinden farklı. Her branş dalındaki üyeler kendi alanlarındaki en iyiyi seçmek için oy kullanıyor. Yani yönetmenler en iyi yönetmen için oy verirken, oyuncular en iyi oyuncuyu seçmek için oy kullanıyor.Üyeler en çok beğendikleri 5 aday için oy kullanıyor ve en çok oy alan Oscar'ı kazanıyor.

En iyi film seçilirken uygulanan metot biraz farklı. Her üye 9 aday içinde en çok beğendiğinden en az beğendiğine göre bir sıralama yapar. Bir filmin Oscar alabilmesi için  üyelerin %50'sinden oy almış olması gerekiyor. İlk turda %50 yi geçen bir film yoksa ikinci tura geçilir. İsmi ilk sıraya en az yazılan film yarış dışı kalıyor. Bu filme oy veren üyelerin oyları pusulada ikinci sıraya yazdıkları filme gidiyor. Yani diyelim üyenin biri ilk sıraya A filmini yazdı. A filmi ilk turda en az oyu aldı ve elendi. Bu üyenin oyu ikinci sıraya yazdığı filme gider. Bu işlem filmlerden biri %50 ye ulaşılana kadar tekrarlanır.

Tekrarlanma sırasında bazı durumlarla karşılaşılabilinir. Örneğin ilk iki turda %50 ye ulaşılamadı. Üçüncü tura geçildi. Bir üyenin üçüncü sıraya yazdığı film ilk 2 turda elendi.O zaman oyu bir alt sıradaki film alır.İkinci bir durum ise bir üye en beğendiği filmin kazanmasını istiyor. Oyunun diğer filmlere gitmesini engellemek için oy pusulasına sadece favorisi olan filmi yazabilir. Bu durumda eğer yazdığı film elendi ise bu üyenin oyu çöpe gidecek demektir.

En iyi film dalında üyelerin yaptığı bu sıralama kilit noktası. Bu metot sayesinde ilk başta geride kalan bir film ön sıralara çıkabilir ve hatta Oscar alabilir. Bu seçim yöntemi birçok tartışmayı da beraberinde getiriyor çünkü çok iddialı yapımların bu sebeple geride kalması çok mümkün.

Yöntemi tam olarak anlatabildim mi bilmiyorum ancak iş böyle olunca aslında film seçerken Oscar ödüllerine bağlı kalınmaması gerektiği çok açık. Bir çok usta oyuncunun neden hiç Oscar alamadığını da bu yöntem tam olarak. açıklıyor.


Oscar tarihinde bana ilginç gelen bazı istatistiklerden alıntı yaptım. Aşağıda bulabilirsiniz.

  • Anthony Hopkins Kuzuların Sessizliği ( The Silence Of The Lambs-1991) filmindeki 16-17 dk ekranda görünmesi ile En İyi Aktör ödülü aldı.
  • Beatrice Straight , Şebeke ( Network -1976) filminde 5 dk 40 sn lik performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü'nün sahibi oldu.
  • The Turning Point (1977) ve The Color Purple (1985) filmleri 11 dalda, True Grit (2010), Gangs of New York (2002) ve American Hustle (2013) filmi 10 dalda ödüle aday gösterilmelerine rağmen hiç ödül kazanamadı.
  • Son Gerçek (They Shoot Horses, Don't They?-1969) filmi 9 dalda aday gösterilmesine rağmen En İyi Film Ödülüne aday gösterilmeyen tek film.
  • John Mills'e , İrlandalı Kız ( Ryan's Daughter ) filminde oynadığı köyün sağır-dilsiz delisi 'Michael' rolü için 1971 'de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü verilmişti. Filmde rolü gereği tek kelime konuşmayan John Mills, ödülünü alırken konuşma yapmayıp bir reverans'la yetinmişti. Bu da Oscar ödüllerindeki en kısa kabul konuşması olarak rekor kitabına geçmiştir.
İstatistiklerin daha fazlası "Akademi Ödülleri- Vikipedi" adresinde.

Teknik şartları merak edenler http://www.oscars.org/oscars/rules-eligibility adresini ziyaret edebilir.

2015 adayları listesi linkte >>>>   http://oscar.go.com/nominees?cid=Noms_ampas
Devamını Oku »

18 Ocak 2015 Pazar

Yüzyıllık Bir Trajedi : Macbeth

Bugün Shakespeare'in ünlü trajedilerinden olan  Macbeth'den bahsedicem. Macbeth ilk temsili* 1606 da sahnelenmiş ve aradan yüzyıllar geçmesine rağmen hala sahnelenen bir oyun. Bu sezon Ankara Devlet Tiyatrosu Büyük Tiyatro salonunda oynanıyordu.

"1005-1057 yılları arasında hüküm sürmüş İskoç Kralı Mac Bethad babasının ölümünden sonra Glamis Beyi, ardından kuzeni Kral 1. Duncan'ı Elgin Savaşı'nda yenerek İskoçya Kralı olur. Daha sonra Duncan'ın oğlu Malcolm bir savaşta Macbeth'i öldürür ve tahta geçer.**" Shakespeare Macbeth tragedyasında bu tarihsel olayı konu edinir.

İnsan düşünüyor.... Bir oyun yüzyıllardır nasıl oluyor da hiç unutulmuyor. Dünyanın her yerinde ve her zamanında nasıl izleyici bulabiliyor. Bu sadece Macbeth için geçerli değil aslında Shakespeare'in bütün oyunları en çok sahnelenen eserlerdir. Romeo ile Juliet, Hırçın Kız, Hamlet ve bir çoğu...

Macbeth'de başarılı bir komutanın hırsına yenilip iktidar düşkünü bir adama dönüşümünü izliyoruz. Bir adamın tüm insani duygularını nasıl hırsına kurban ettiğine tanık oluyoruz. Aslında tarihin birçok evresi Macbeth gibi aşırı hırslı ve hükmetme arzusu ile kötülük yapan insanlara, iktidarlara tanık. Bu sebeple aradan geçen 400 yıla rağmen hala insanları etkileyebiliyor.


Herhangi bir yerde ve zamanda bu oyunla karşılaşırsanız kaçırmayın derim.

Macbeth'den çok bilindik bir sözü buraya almadan olmaz.....
             
             "İş kral olmakta değil, kral olup sağ kalabilmekte."


Özetle "İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir."  ---Micheal Bacunin---


* "İlk temsil" yerine aslında Fransızca'dan Türkçe'ye geçmiş olan "prömiyer" kelimesi daha çok kullanılır ama ben ilk temsil demeyi tercih ettim. 

**Macbeth oyununun Dramaturg'u Pınar Merterkek'in oyun için yazdığı makaleden alınmıştır. 





Devamını Oku »

5 Ocak 2015 Pazartesi

The Water Diviner: SON UMUT Hakkında Bilmediklerimiz



Son Umut konusunun Çanakkale Savaşı olması, Yılmaz Erdoğan ile Cem Yılmaz'ın filmdeki rolleri ve Türkiye'de çekilen sahneler nedeniyle aylardır beklenen bir filmdi. En baştan söylemeliyim bence beklemeye değecek bir film izledim.

Hikaye Avustralyalı bir babanın (Russel Crowe) Çanakkale'ye savaşa gönderdiği ve sonra haber alamadığı 3 oğlunu aramaya karar vermesiyle başlar. Avustralyalı baba Türkiye'ye gelir ve çocuklarına ulaşabilmesi için en büyük yardımı Türk subayları  Hasan (Yılmaz Erdoğan) ve Cemal (CemYılmaz) yaparlar. Filmde Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz 'ın rolü hayli yüksek demek bile az kalır ki Avustralya'da Yılmaz Erdoğan "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülüne aday gösterildi. Bana göre Türk sineması için hayli gurur verici bir tablo.

Filmde beni en çok meraklandıran bize ait yani Türklere,Türkiye'ye ait bir çok değerin nasıl bu kadar ince işlenmiş olmasıydı. O kadar samimi ve tarafsız yansıtılmış ki; ezan sesinden tutun da Türk kahvesine, misafirperverliğimizden yardım severliğimize kadar birçok özelliğimize değinmiş film.

Ve akla gelen ilk soru senaristler? Onları araştırınca filmin neden bu kadar bizden olduğu daha iyi anlaşılıyor. Filmin yazarları Andrew Knight ve Andrew Anastasios.

Andrew Anastasios aslen bir tarihçi ve arkeolog. Sayısız kez araştırmalar için Türkiye'de bulunmuş. Eşi ile de Türkiye'ye yolculuğu sırasında tanışıp, 3 yıl önce Bodrum'da evlenmişler.

Andrew Knight ise uzun yıllardır bir Türk ile evli. Eşinden dolayı Türk kültürüne hayli yakın.

Andrew Anastasios bir röportajında 5 yıl önce bir belgesel için araştırma yaparken karşısına çıkan bir mektup satırından bahsediyor. Mektup 1920'de Gelibolu'da Mezar Kayıt Ünitesi Başkanlığı yapan Lieutenant-Colonel Cyril Hughes tarafından yazılmış ve aynen şöyle diyor mektupta: "Yaşlı bir adam, Avustralya'dan buraya çocuklarını aramaya gelmiş. Onunla ilgilendik. Şimdi İtalya'ya gitti." 

Ve evet Son Umut filminin çıkış noktası bu mektup satırına dayanıyor. Bu iki senarist Anzakların Türklerin evini işgal ettikleri bilinciyle gerçekten tarafsız bir iş çıkarmayı ve bu işe Russel Crowe gibi usta bir oyuncuyu dahil etmeyi başarmışlar.

Son Umut benim içimde çok şeye dokundu. Kuvayi Milliye ruhunu bile işleyebilmişti. Savaşın her iki taraf için de nasıl yaralar açtığını hissederek izledim.

The Water Diviner / Son Umut

Yönetmen: Russel Crowe
Senarist: Andrew Knight ve Andrew Anastasios
Oyuncular: Russel Crowe, Olga Kurylenko, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz,Jai Courtney




Devamını Oku »