17 Kasım 2016 Perşembe

Minik Mucizeler

Doğum dünyanın en mucizevi olayı.... Daha mucize olanı ise 9 ayını doldurmaya daha ayları olan bebeklerin hiç beklenmedik zamanda dünyaya gözlerini açmaları ve minicik bir bedende verdikleri inanılmaz mücadele....

Ben henüz odasını seçmemiştim Mete’nin. Hastane çıkışı takımımız da hazır değildi. Hastahane kapı süsüne de henüz karar verememiştim. Hatta Samet’i doğum fotoğrafçısı tutalım diye ikna etmeye çalışıyordum. Ben bunları planlarken kendimi bir hastanenin yenidoğan yoğun bakımının önünde acaba bebeğimi gösterirler mi diye beklerken buldum.

29 haftayı daha yeni doldurmustuk ki Mete 1300gr ile dünyaya geldi. Doğumundan 2 saat sonra yoğun bakıma onu görmeye gittik eşimle. Aşırı steril ortam diye bizi giydirdiler. Bir küvözün başına götürdüler.

1300 gr bu kadar küçük mü oluyor diye bakakaldım önce. Kıpkırmızı bir ten. Ağzında kablo, bileğinde kablo, ayağında kablo... Tek hayat belirtisi inip kalkan göğsü... Nefes alıyor ama o kadar belli ki zorlandığı... Bir nefes çekmek için ne kadar enerji harcıyor siz tahmin edin.

Önce eşime baktım. O benden daha güçlüdür,daha iyimserdir iyi bir şeyler söylesin istedim. Gözleri o kadar korku doluydu ki. Neredeyse 10 senedir tanıdığım adamın gözlerinde ilk defa gördüm çaresizliği.. Sonra bir umut  doktora baktım. Yoğun bakım doktorlarını bilenler bilir zaten. Tek cümle kurdu. “Burası yoğun bakım,her şeye hazırlıklı olun.”

 Çünkü 29 haftalık 1300 gr doğum ileri derece prematüreye giriyor ve riski çok yüksek.
50 gün her sabaha şükürle başladım. Kötü bir haber gelmedi. Kucağıma almadan,kokusunu bile  bilmeden 50 gün onun için süt sağdım. Anneydim ama haftada iki kere görebildiğim bebeğim için yapabildiğim tek şey buydu.

Bu süreç her anne baba için inanılmaz zor bir süreç. Sonunun nasıl biteceğini kimsenin kestiremediği bir yol. Bu süreç karşılaştığınız hastahane personeline göre daha iyi ya da daha kötü hale gelebilir.
Kasım ayı prematüre farkındalık ayı... Aslında herkesin bu durumun farkında olmasına gerek yok. Devletin,hastanelerin ve sağlık ocaklarının prematüre bebekler ve prematüre ailelerinin farkına varabilmesi yeterli.

Sağlık ocakları bilgi bakımından bu konuda inanılmaz yetersiz durumda. Prematüre bebeklere kış aylarında yapılması gereken aşı hakkında hiç bir bilgileri yok mesela.

Ben Konya’da iyi bir hastahanede doğum yapmış olmama rağmen süreçle ilgili bilgilendirme sıfırdı. Hastahaneden taburcu olurken bile prematüre bebek bakımı ile ilgili hiç bir konuda uyarılmadım, bilgi verilmedi. Mete’yle ilk 2-3 ayımı inanılmaz panikle geçirdim. Kafayı yediğimi bile düşündüğüm anlar oldu. Anne olmanın keyfini yeni yeni yaşamaya başladım diyebilirim.

Doktorların her anne babayla birebir ilgilenmesini beklemiyorum ama misal çok basit bir öneri geliyor aklıma. Sağlık bakanlığı prematüre bebeği olan aileler için bir kitapçık hazırlayıp bunu hastahanelerde bulundurabilir. Anne sütünü yoğun bakıma getirme koşullarından, bebeğin bakımı,aşıları, kontrollerine kadar  her şeyi içinde barındıran bir kitapçık hazırlamak çok zor olmasa gerek. Sütü nasıl saklaması gerektiğini bilmeyen bir annenin sütünü çöpe atmak zorunda kalmıştı hemşire. Çünkü en başında bilgilendiren olmamış ve öyle bir dönemde anne sütünün bir damlası bile o kadar değerli ki.

Prematüre bebekler annelerinin karnında değil de kalbinde büyür diye bir laf var. Karnımda büyütemedim ama kalbimde kocaman oldu .

Yenidoğan yoğun bakımı önünde bekleyen tüm anne babalara sabır ve acil şifa diliyorum. Bu günler çok zor geçiyor ama nihayetinde geçiyor işte... Yavruları melek olmuş anneler için daha çok sabır diliyorum. 




Devamını Oku »

7 Eylül 2016 Çarşamba

ANNE OLDUM

Anne Oldum... Evet ben anne oldum. Hala inanamasam da anneyim. Benim minik ama bayağı minik bir yavrum var.

Ben evlenmeyi çok hayal ettim de annelik için hiç hayal kurmamışım. Bir gün anne olurum diye aklımdan geçirdiğimi hiç hatırlamıyorum. Hep çok zor olduğunu çok fazla sorumluluk getirdiğini düşünürdüm. O yüzden bu fikirden hep kaçtım. Bu sebeple sanırım kader de bu kararı bana bırakmayıp hiç beklemediğim bir zamanda hayatımın ortasına minik bir kalp bıraktı. Hadi dedi sıra sende...

Önce şaşırdım. Nasıl yani burada, karnımda bir kalp mi var? Öğrendiğimde 6. haftadaydı ve kalbi atmaya başlamıştı bile.

Sonra panikledim. Ben nasıl yaparım.Tüm hayatım,düzenim hatta düzenimiz değişecek. Dedim ben hiç hazır değilim! Hem de benim gibi en ince detaya kadar planlı yaşayan bir insan bu mevzuyu, hayatının en önemli olayını planlamadı, hesaplamadı.

Sonra gözümün önüne minicik eller, ayaklar geldi. İki kişilik hayatımızı üç kişi hayal ettim. Evin içinde pıtır pıtır koşturacak birini hayal ettim ve dedim ki hayali bile bu kadar içimi ısıtıyor, beni bu kadar mutlu ediyorsa gerçeği nasıl olacak.

Planlamadım ama gelmesi gereken zamanda gelmişti zaten. Her şey tam da olması gerektiği gibiydi. Hayat benim keyfimi bekleyemezdi ve kabul edilmesi gereken bir şey vardı ki ben artık yalnız değildim.

Ben onun geleceği zamana göre planlar, alışveriş listeleri, oda süsü, kapı süsü diye ıvır zıvırla uğraşırken bizimki çok erken gelmeye niyetlendi. 29 haftayı henüz tamamlamıştık ki ben doğuma girdim. (normal doğum süresi 40 hafta olduğu düşünülürse 10 haftası daha vardı.) İlk bebeğimdi,ilk defa anne oluyordum ve bebeğim prematüre doğmuştu.

Annelik serüvenim hiç hayal ettiğim gibi başlamamıştı. Hatta hayal ettiğim noktadan çok uzaktaydı durum. Karnımda tamamlayamadığı süreci küvözde tamamlayacaktı. Önümüzde uzun ve meşakkatli bir süreç bizi bekliyordu. Yine evet hayat akması gereken şekilde benden bağımsız ilerliyordu. O sıralarda bir kuzenimin şu cümlesi beni kendime getirmişti. “ İnsan doğacağı günü ve öleceği günü değiştiremezmiş.” O zaman dedim Mete gelmesi gereken zamanda geldi ve hayat mücadelesine erken başladı. Benim yapabildiğim tek şey sabretmeyi öğrenmek ve her sabah iyi haberler aldığım için şükretmek oldu.


Mete doğalı 6 ay olmak üzere... Büyüyor... Çok şükür ki tüm korkularımı, endişelerimi geride bırakarak büyüyor. Zaman su gibi akıyor. Dertler bitiyor... Yeni dertler, tasalar geliyor. Tamam bitti her şey daha kötüsü olamaz diyorsun. Hiçbir şey bitmiyor. Bazen daha kötüsü bazen şimdiye kadar olan her şeyin daha iyisi hayatımıza giriveriyor. 

Hep derler ya anı yaşayın diye... Başa gelmeyince anlaşılmıyor. Şu an bulunduğumuz andan daha önemlisi yok aslında. Öncesi ve sonrası değil sadece şu an önemli olan. Ne önceyi ne de sonrayı değiştirmek bizim elimizde. 
Devamını Oku »

29 Haziran 2015 Pazartesi

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA-AZİZ NESİN

Aziz Nesin şüphesiz Türkiye'nin en tartışmalı yazarlarından biridir. Seveni kadar sevmeyeni de çoktur. Tartışmalı yönlerini bir kenara bırakalım ve sadece Şimdiki Çocuklar Harika kitabına bakalım. Ben bu kitabı okuduktan sonra çok şey kaçırdığımı farkettim. Neden daha küçük yaşlarda bu kitapla tanışmadım ki?

Ben çocukken babamın kitapları evde yer olmadığı için kolilerin içinde dururdu. Kardeşimle iki meraklı olarak o kolilerin içinde kendimizi kaybetmişliğimiz çoktur. Ben o kolilerde bir çok Aziz Nesin kitaplarının da olduğunu hatırlıyorum hayal meyal ama nedense hiç merak edip de okumamışız. Sonra acaba babam neden okuyun bunları diye önümüze  koymamıştır bi ara bunu da kendisine soracağım....

Kitabı alıp kitaplığa koyalı da bayağı zaman oldu gerçi ama ben geçtiğimiz pazar  sabahı yani dün kitabı  elime aldım ve  aynı gün içinde bitirdim. Zeynep ve Ahmet adında ilkokul 5. sınıf çocuklarının birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşuyor kitap. Onların gözüyle ailelerini, öğretmenlerini okuyorsunuz. İnanılmaz eğlendim okurken. Kendi ilkokul yıllarımda gezdim durdum sürekli.... Bazen o kadar sesli güldüğüm anlar oldu ki eşimin tuhaf bakışlarına maruz kaldım.

Aziz Nesin kendisinin de dediği gibi zor olanı başarmış... Yani çocuklara bir büyük olarak öğüt vermeyi değil de onlar gibi bakmış dünyaya ve onların gözünden yazmış her şeyi.

Kitapta iki bölümde inanılmaz eğlendim birincisi Ahmet'in yazdığı "Amerika'yı Yapan Mimar". Aziz Nesin bu hikayede ezberci eğitimin çocukları ne hale getirdiğini o kadar komik anlatmış ki...Hatta Hababam  Sınıfı'nda Kemal Sunal'ın müfettiş ile unutulmayan bir sahnesi vardır. İnek Şaban sorulan tüm sorulara yanlış cevap verir en son  müfettişi de şaşırtır. Müfettiş sinirlenip sınıftan çıkar. O sahne bu hikayede geçiyor. Bu kitabın basımı 1967. Yani Hababam Sınıfı filmlerinden önce ancak bildiğiniz üzere Hababam Sınıfı da Rıfat Ilgaz'ın romanından filme uyarlandı. Rıfat Ilgaz'ın kitabını okumadım. O sebeple bu sahnenin onun kitabında olup olmadığını bilmiyorum. Bu sahne Aziz Nesin'den mi yoksa Rıfat Ilgaz'dan mı merak ediyorum.

Bir diğer beğendiğim bölüm yine Ahmet'in yazdığı "Çocuk Bayramında Müsamere" bölümü. Bu bölümde gülerken gözümden yaş geldiği de oldu.

Bu kitabı okuduktan sonra kendime bir söz verdim. Bir gün anne olursam çocuğum ilkokulu bitirmeden bu kitabı okumasını sağlamalıyım.


Devamını Oku »

28 Haziran 2015 Pazar

YAZ DİZİLERİ KLİŞESİ

İki gün önce Yüksel Aytuğ köşesinde yaz dizilerinden bahsederken şöyle bir giriş yaptı: "Turfanda yaz dizileri ekran tezgahını kaplamaya başladı.

Bence bu konuya daha güzel bir giriş olamazdı.

Şu Ramazan akşamlarında akşamların çoğunu evde geçiriyorken, aynı dizilerin haftada en az beş defa yayınlandığını görünce bir çoğu hakkında bilgi sahibi oldum. Hepsi de sevgili yapımcı ve yönetmenleri sorgulamaya neden olacak boyutta yapımlar diyebilirim.

Açıkçası tam olarak hangi kesime hitap etmeye çalıştıklarını da çözebilmiş değilim. Dizi oyuncularına ve konulara bakılırsa yaz tatiline girmiş, akşamları boş boş oturduğu düşünülen gençler hedef alınmış ancak bu dizileri izleyecek kalmış mıdır acaba?

İnatçı bir ninenin mirasını almak için sevmediği biriyle evlenecek ve o kişiye aşık olacak kaç genç vardır ya da bu hikaye ile oyalayabileceğiniz bir gençlik  kaldı mı?

Ya da içinde bulunduğumuz bilgi çağında çok zengin bir iş adamını kendine aşık etmesi için bir genç kızı kiralıyorsunuz ve bu genç kızımızı da iş adamına asistanı olarak sunuyorsunuz.... Müzikleriniz, oyuncularınız tamam güzel de ama bu çağda bu neyin kafası...

Hep iyi aile babası olarak görmeye alıştığımız Emre Kınay bu yaz biraz farklı olarak psikopat ve asabi bir karakterle ekranda ama yine aile babası...

Bu hikayeler bundan 5-10 yıl önce olsaydı tutma ihtimali hayli yüksekti aslında... Kavak Yelleri dönemine rast gelirdi.... Ki o dönem benim de lise-üniversite dönemime denk geliyor. Bizim bu döneme kıyasla o yıllarda yazları TV den daha renkli bir eğlence imkanımız yoktu. Hele de benim gibi denize bir hayli uzak bir şehirde yaşayan bir gençseniz.

Kavak Yeller'ini bugün aynı kadroyla yapsanız yine tutmaz. Çünkü Kavak Yelleri konsepti o dönemin gençlerine hitap ediyordu,bu jenerasyona hitap etmiyor. Zaten yaz gelmiş; gidebilen kesim tatile çıkmış... TV deki yaz aşkları kimin umurunda... Tatile çıkamayan da eğlenceyi bir tık ötesindeki sosyal medyada buluyor.



Bu jenerasyona bu diziler hitap etmiyor çünkü onlar dünyadaki bir çok kaliteli yapımdan haberdar ve sıkı takipçisi. Oturup dizi izlemek isteyen de tercihini yabancı dizilerden yana kullanıyor. Bizim için 10 yıl önce internet bu kadar ucuz ve kolay ulaşılabilir değildi. Haliyle dizi-film anlamında elimizdeki seçenek şimdiki kadar bol değildi.

Artık bu jenerasyon Türk Dizilerinin yazları birbiriyle değil de dünya ile yarışacak boyutlarda olmasını bekliyor, umut ediyor... Sadece bu jenerasyon değil tabi hepimiz için beklenti bu yönde... En azından Türkiye bu alanda artık gelişmekte olan değil de gelişmiş olanlarla anılsa ne büyük sürpriz olurdu.


Devamını Oku »

21 Haziran 2015 Pazar

KAFAMDA BİR TUHAFLIK-ORHAN PAMUK

Ramazan ayının sakin, yağmurlu, ılık bir Pazarı'nda yeni bir kitapla geldim buraya. Son zamanlarda bir çok blog yazarının da üstünde durduğu bir kitap. Kafamda Bir Tuhaflık-Orhan Pamuk...

Orhan Pamuk'tan okuduğum ikinci kitap bu.... İlki Masumiyet Müzesi'ydi. Masumiyet Müzesi'nden sonra da böyle olmuştum. İçimde,daha derinde bir hüzünle kapatmıştım son kapağı bu sefer de böyle oldu. Orhan Pamuk hep böyle midir bilmiyorum ama bu sefer biraz da kızdım Orhan Pamuk'a.. Yazının devamında nedenlerini anlatmaya çalışıcam.

Orhan Pamuk'un bu son kitabında 1960'larda henüz 12 yaşında  İstanbul'a göç etmiş Mevlut'un hayatta kalabilme savaşını, bir erkeğin ergenlikten yetişkinliğe tek başına nasıl yürüdüğünü, aşkını,evliliğini, babalığını, arkadaşlığını ve bu uzun yolculukta İstanbul'un değişimini okuyorsunuz. Hikaye daha çok İstanbul'un gecekondulaşan bölgeleri ve Beyoğlu-Tarlabaşı bölgelerinde geçiyor.

Hikayenin kahramanları sokakta her gün karşılabileceğiniz sadelikte ve gerçeklikte. Okumuyor da yaşıyor gibi hissettim çoğu zaman. Zaten Orhan Pamuk'un bir kaç kitabını okuyan onun bu yeteneğini mutlaka biliyordur.

Düzenli geliri olmayan Mevlut'un sokaklarda verdiği geçim savaşı bende büyük bir hüzün bıraktı. Fakir kalmayıı göze alarak haramdan,yanlış olandan uzak kalma çabası ve inatla babasından kalan mesleği olan sokak bozacılığında bu kadar ısrar etmesi Mevlut'e karşı bende bir hayranlık uyandırdı.


Hüzünle ve merakla okudum ben bu kitabı. Beyşehir'den göç etmiş 40 yıl İstanbul'da sokak satıcılığı yapan bir insanın hayatı ne kadar ilgi çekebilir diyenler olabilir işte burada devreye Orhan Pamuk'un kalemi giriyor. Hiç bilmediğiniz hayatlar, hiç görmediğiniz bir İstanbul okuyorsunuz aslında.

Gelelim kızdığım noktaya.... Herkesin bildiği üzere Orhan Pamuk'a kızgın çok büyük bir kesim var Türkiye'de.  Bu sebeple onun kitaplarını hiç okumayan bir çok arkadaşıma Masumiyet Müzesi'ni okumaları için çok ısrar etmişliğim vardır. Çünkü dili,kurgusu, hikayeleri bana göre gerçekten Nobel haketmiştir. Ancak bu kitapta hikayenin bir çok yerinde Türkiye'de öldürülmüş ya da siyasi olaylar esnasında evini,işini öylece terk edip gitmiş Ermeni'ler, Rum'lar çıkıyor karşısınıza... Hem de en olmadık yerlerde... Bu ayrıntı da nereden çıktı girdi hikayeye böyle diyecek hatta bazı bölümlerde Orhan Pamuk'un bunu gözünüze gözünüze soktuğunu hissedeceksiniz. Bu noktada kızdım çünkü tarihi açıdan tam olarak aydınlatılamamış,tarafların hala birbiriyle tam barışı sağlanamamış olayları roman satırları arasına bir kaç satırı kaplayacak kadar ve taraflardan sadece birini mağdur göstererek serpiştirmek böyle bir romancıya yakışmamış.

Toplum bilincinden çok uzak ve samimiyetsiz geldi bana... Böyle roman aralarına sıkıştırmak yerine inandığı konuya ait bir yazı yazsa ya da bir roman,bize de kanıtlamaya çalışsa, belgesiyle ortaya koysa bu böyledir diye.... Daha da hayranlık uyandırırdı bende.....

Şimdi diyebilirsiniz ilk paragraflarda çok övdün şimdi de batırdın. Şahsi düşüncesi benim romandan etkilenmeme engel olmadığı için beğenimin yanında kızgınlığımı da belirtmek istedim sadece.

"Dünyada dert ettiği şeylerde kendi kafasının bir tuhaflığından ibaretti."

Güzel okumalar...




Devamını Oku »

16 Haziran 2015 Salı

Ne Olacak Bu Game of Thrones'un Hali

Evet her zaman olduğu gibi yine popüler kültür kazandı.Ve evet ben de dünyada fenomen olmuş bir dizinin sıkı takipçilerindenim. (Fenomen de ne sevimsiz bir kelimedir.)


Bu sezon son iki bölüme kadar yani ilk sekiz bölüm bizim baygın dizileri izler gibi izledim.Çünkü tamamen cinsellik ve şiddet üzerine kurgulanmıştı. Her bölüm sonunu Aşkı Memnu'da Bihter Ziyagil'in mini eteği ya da derin göğüs dekoltesiyle yalının merdivenlerinden iniş sahnesinin bitmesini bekler gibi bekliyordum acaba ne olacak diye...Ama tabi hiç bir şey olmuyordu.Ta ki son bölüme kadar...

Tamam son bölüm alıştığımız Game of Thrones 'un hakkını verdi. 2016'yı beklemeye değecek çok soru bıraktılar. Dün akşam tüm sosyal medya bununla sallandı ancak bende Game of Thrones ikinci bir Lost vakası haline dönüşecek hissi uyandırmıyor değil.

Misal bana  Lost'un son iki sezonunda ne oldu deseniz anlatamam. Anlatabilecek birilerinin çıkacağını da çok sanmıyorum. Tüm dünya bildiğin kandırıldı. Baktılar dizi çok izlendi... Git gide heyecanı artırdılar, ilgiyi artırdılar ama bir sonuca bağlayamadılar. Hepimiz öylece kalakaldık ekran başında.

Game of Thrones 'da da  daha çok ilgi çekmek için çıplaklığın çok fazla ön planda olduğu bir cinsellik ve sınır tanımayan şiddet içerikli sahnelerle doldurdular bu sezonu.  Geçen sezonda açık bıraktıkları bir çok konu vardı, bu sezon değinmediler bile...





Mesela Starklar'ın en genç üyeleri bu sezonda hiç görünmediler. 10. bölüm sonuna kadar bekledim yoklardı....









Kitap serisinden sadece Taht Oyunlar'ını (1. kitap) okudum. Sonra diziyi izledim. İlk 200 sayfanın bir bölümde olduğunu görünce okumayı bırakmıştım.  Kitaplar bir hayli kalın oldukları için okunması bayağı zaman alıyordu ve düşündüm bu kitaplara bu kadar zaman ayırmak çok gereksizdi ama 2016 yı beklemek yerine kitaplarına mı devam etsem karar da veremiyorum şu an.




Devamını Oku »

8 Haziran 2015 Pazartesi

SUÇLU BULUNDU

Boşuna birbirinizi suçlamayın. Ben suçluyu buldum... Çok da düşünmedim açıkçası... 2015 Seçimlerinin suçlusu tek başına DEMOKRASİ dir. Halkın seçme ve seçilme hakkıdır.



Nasıl 18 milyon AKP seçmeni hür iradesiyle oy kullandıysa; aynı şekilde 5 milyon HDP seçmeni de kendi iradesiyle oy kullandı. En azından öyle olduğunu umuyorum. Eğer kendi iradesiyle değil de oylar doğuda zorla, yakıp yıkma tehdidi ile alındıysa bu da ülkedeki güvenlik açığının boyutunu, doğuda yaşayan Türk-Kürt yani o bölge insanının can ve mal güvenliğinin sağlanmadığını gösterir.Bu durumda da oradaki insana başka seçenek bırakmamış olursunuz.

Evet HDP nin terör örgütünün uzantısı olması kısaca terör örgütünün bu kadar oyla meclise gimesi Türkiye için bir yıkım... Ancak bu insanlara seçilme hakkı verilmesini zamanında tartışmayıp bugün milletin seçme hakkını kullanmış olmasını bu kadar yadırgamak neyin kafasıdır?  Bir önceki seçimlerde bağımsız olarak girdiler ve %6 ile zaten meclisteydiler. Yüzde 6 , yüzde 13 olunca mı sıkıntı oldu da herkesi rahatsız etti?

Belki PKK teröre başvurmak yerine mecliste demokratik yollarla taleplerini dile getirir. Çoluk çocuk katlederek değil de  gayet medeni yollarla hakkını arar. Belki 2015 Seçimleri Türkiye için terörün sonudur....  Belki çok ütopik gelebilir bu temenni ama neden olmasın.

Uzlaşma İstiyoruz!

Bir vatandaş olarak meclise giren dört partiden uzlaşma bekliyorum. Milletvekili sayılarına bakınca millet resmen siyasilere kavga etmeyin artık, bizi de bölmeyin, bir orta yol bulun ve uzlaşın dedi. AKP ye dediğim dedik politikasından vazgeç, biraz da sana oy vermemiş,vermek zorunda da olmayan vatandaşın sesini duy onu da benimse mesajı göndermiş olduk.

Demokrasi aslında çeşitliliktir. Ülkenin tamamının aynı renk olması beklenilebilir mi? 77 milyonluk ülke sizce sadece 4 renkten mi oluşmaktadır. Sadece bir partinin %50lere ulaşmasını beklemektense daha fazla rengin mecliste buluşmasını beklemek daha sağlıklı bi ülke olmaz mı?

Mesela yeni kurulacak hükümetin Adalet Bakanı AKP li ise Adalet Bakanlığı müsteşarı CHP li olsa. Kişileri, kurumları denetleyen mekanizmalar kurulmuş olsa ve bu mekanizmalar partiler üssü çalışsa ülkedeki huzurun, barışın boyutlarını hayal edebiliyor musunuz?

 Sevsek de sevmesek de bunun adı demokrasi... Sonuçlarına herkes saygı duymak zorunda...

Bugünkü seçim sonuçları aynen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi olmuştur.

"Yöneticiler, iktidara saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı olan görevlerini kötüye kullandıkları takdirde, şu ya da bu biçimde ulusal iradenin kendi haklarında vereceği kararla karşılaşırlar. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler."

Bundan sonra da hep böyle olacaktır. Telaşe mahal vermeyin derim...


Devamını Oku »